<div>Bazı sözler vardır, tek cümleyle koskoca bir kültürü anlatır. “Bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır” da onlardan biridir. Kulağa sade gelir ama içinde nezaket, vefa, dostluk, insanlık taşır.</div> <div>Bu sözün kökü Osmanlı’ya uzanır. Rivayete göre, bir gün bir yeniçeri bir kahvehaneye girer. Parası yoktur ama bir kahve ister. Kahveci hiç tereddüt etmeden kahveyi ikram eder. Ne hesap sorar ne karşılık bekler. Yıllar geçer… Aradan tam kırk yıl geçtikten sonra o kahveci bir sebeple esir düşer. Karşısına çıkan asker, yıllar önce kendisine ücretsiz kahve ikram eden o yeniçeridir. Tanır, hatırlar ve onu serbest bırakır.</div> <div>“Bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır” sözü işte böyle doğar.</div> <div>Mesele bir fincan kahve değildir. Mesele, insanın insana gösterdiği o küçük ama derin iyiliktir. Bazen bir tebessüm, bazen bir selam, bazen bir bardak çay… Kimi zaman hayatın en ağır kapılarını açan şeyler bunlardır.</div> <div>Oysa bugün bambaşka bir yerdeyiz. Hızlıyız, aceleciyiz. İlişkiler de öyle. Çabuk tanışıyor, çabuk siliyoruz. Kırk yıl, kırk saniyeye düşmüş durumda. Daha kahvenin telvesi kurumadan, daha kapıdan çıkmadan başlıyor vefasızlık. Aynı masada oturup aynı fincandan yudum alırken bile hesap yapar hâle geldik. Selamın ömrü kısa, hatırın süresi daha da kısa. Kapıdan çıkar çıkmaz unutulan dostluklar, çıkar bitince biten ilişkiler çağındayız.</div> <div>Sorun kahvede mi, değil elbet. Çünkü kahvenin artık binbir çeşidi var. Sorun kalplerde. Bir zamanlar kahve bahane, muhabbet asıldı. Şimdi ise muhabbet bile hesaplı.</div> <div>Belki de bu yüzden, birine kahve ikram ederken hâlâ içimizden sessizce şunu geçiriyoruz:</div> <div>“Hatırı kalsın…”</div> <div>Kırk yıl…</div> <div>Az bir zaman değil.</div> <div>Ama vefanın ölçüsü de tam olarak bu değil mi zaten?</div>